3 Ağustos 2015 Pazartesi

Altın Değerinde: The Treasure of the Sierra Madre

Sinemanın henüz Avrupa hakimiyetine girmediği 40'lı yıllardan siyah beyaz, kelimenin tam anlamıyla "Gömülü bir Hazine" olan Hollywood yapımı bir film The Treasure of the Sierra Madre. Başrollerinde dönemin en iyi 2-3 aktöründen biri olan Humphrey Bogart'ın rol aldığı bu enfes filmi yine o yılların en büyük isimlerinden John Huston çekmiş.  



 Film Meksika'da geçiyor. Kahramanımız Dobbs(Humphrey Bogart) işsiz güçsüz avare bir tip. Para dilenmekten çekinmeyen Dobbs bir kaç küçük işte çalışıp kazık yedikten(klasik çalışıp parayı alamama mevzusu) sonra yine aynı işten parasını alamayan Curtin adlı bir elemanla tanışıyor. Filmin bu ilk bölümünde bize Dobbs'un karakterinin detaylarını veren bir kaç sahne ile karşılaşıyoruz. Filmin başlarında aynı adamdan 2-3 defa para dilenen Dobbs bir yerden sonra adamın tepkisi ile karşı karşıya kalıyor. Yine başka bir sahnede cebindeki son parayı piyango biletine yatırmaktan geri kalmıyor. Dobbs'un para merkezli yaşantısını bir kenara yazıyoruz...

 Filmin asıl olayı 2 avare yeni arkadaşın kaldıkları barınakta altın avcısı Howard ile tanışmasıyla başlıyor. Howard denilen bu adam müthiş bir tip, işin ehli olduğu her halinden belli olan bu ihtiyar bizimkileri çok etkiliyor. Kazık yedikleri patrondan paralarını alan iki kafadar, para suyunu çektikten sonra Howard'ı arıyorlar ve macera başlıyor.

 

 Filmin bundan sonraki bölümleri bu üçlünün Meksika dağlarında altın bulma çabaları, fiziksel ve psikolojik mücadelelerinin yanı sıra kapitalizmin insan hayatını ne denli mahvettiğini gözler önüne serer. Çeteler, yerliler, hastalıklar, çetin doğa koşulları derken zaman su gibi akıp geçiyor. Film oldukça dolu bir film. Özellikle Dobbs'un karakterindeki olağanüstü değişim ve filmde yaratılan tedirginlik verici hava takdire şayandır. Dobss dışında, Curtin karakteri iyiliği saflığı simgelerken babacan ve tecrübeli Howard karakteri ise zekanın simgesidir adeta. Bu filme karakterler üzerinden filme bakınca ayrı bir zevk alıyor insan...

 

 Biraz klasik olacak ama(zaten bu da klasik bir film) paranın(ve sistemin) insan hayatını nasıl değiştirdiği ve ruhsal yapısını nasıl bozduğunu bizlere göstermek isteyen bu yapım, bunu 40'lı yıllarda çok iyi bir şekilde yaparak amacına fazlasıyla başarılı bir şekilde ulaşıyor. Kapitalizmin henüz şu an olduğu kadar palazlanmadığı 1949 senesinden bahsediyoruz. Gerçekten çağının ötesinde diyebileceğimiz bu film, anlatımda da şu an bir çok filmde olmayan bir tat yakalamış.

Oyunculuklar açısından da doyurucu bu filmde Howard karakterini canlandıran Walter Huston'a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bu müthiş ihtiyar aynı zamanda yönetmen John Huston'un da kardeşiymiş(teşekkürler ekşi). Yazının başında da yazdığım gibi bir "gömülü hazine" olan bu filme zaman ayırın derim. Kapitalizmi eleştiren, irdeleyen filmlere merakınız varsa belki de bu filmlerin atası sayılabilecek bir filmden söz ediyorum.

 Bu arada filmin Türkçe adı baya bir düz adam mantığı ile "Altın Hazineleri" ve DVD'si de arşivlik

26 Şubat 2014 Çarşamba

The Saint of Fort Washington - Küçük Umutlar -

Hollywood'un kirlenmeden, saçmalamadan önce biz sinemaseverlere güzel hediyeler bıraktığı 90'lı yıllardan, kelimenin tam anlamıyla saklı-gömülü bir hazine bu film. Yolları, sokaklarda kesişen iki kaybeden, sokağın soğuğana karşı ellerinde fazla bir şey olmayan iki zararsız evsiz. Öyle bir film ki beni tam gırtlağımdan yakalayıp boğazıma uzun süre gitmeyen bir şeyler oturttu.

Film toplumun en aşağısını, evsizleri merkezine alıyor. Barınaklarda yaşayanları, üstüne karton çekip uyuyanları, banklarda sabahlayanları anlatıyor. O her zaman görüp geçtiğimiz, bazen görmemezlikten geldiğimiz bazense görmek istemediğimiz evsizlerin onlarcasından sadece bir grubunun çarpıcı hikayesi. Hepsine körü körüne kötü veya iyi diyemeyeceğimiz adamlar var bu filmde. Öyle ki onların da kendi dünyalarında iyileri kötüleri, merhametlileri, hayalperestleri var. Bazıları çocukluktan beri o sokaklarda bazıları ise hayatın tokatını yiyerek aşağılara düşmüşler. Ve tahmin edeceğiniz gibi küçücük umutları var. Film boyunca yaralayan az da olsa tebessüm ettiren acı ama gerçekci bir film.

Danny Glover ve Matt Dillon ikilisi aynı zamanda sinema tarihinde eşi benzeri az görülecek bir dostluk hikayesine imza atıyorlar. Dostluk temalı filmler gerçekten iyi örneklerine az rastlanan, modern sinemada az denenen türlerden birisidir. Son yıllarda Can Dostum, daha öncesinde Esaretin Bedeli ve Geceyarısı Kovboy'u gibi filmler akla geliyor tabii ama bu filmin de inanın onlardan aşağı kalır yanı yok, hatta sessiz sakin yapısı ile o filmlerden daha bile çok sevebilirsiniz. Ayrıca filmi izledikten sonra sokakta yaşayan o ötekileştirdiğimiz kitleye bakış açınızı ister istemez değiştirecektir, en azından benim değiştirdi. Sırf bu yüzden bile çok etkili bir film diyebilirim. Bu gömülü hazinenin sinefiller tarafından es geçilmemesi dileğiyle.