İzlediğim filmlerden oluşturduğum tamamen kişisel aşk filmleri listem. Çok fazla aşk filmi izlemem ama nedense bir liste yapasım geldi. 10 Numaradan başlıyorum
10 ) Ghost (1990) - Jerry Zucker
Klasikleşmiş bir film ile başladım evet. Tv'de ilk yayınlandığı zamanlarda efsane olmuştu. O unutulmaz müziğinin de etkisi var. Bu arada Patrick Swayze'i de rahmetle analım
9 ) 50 First Dates (2004) - Peter Segal
Bu filme bayılıyorum. Romantik komedi dediğin böyle olmalı. Amerikan yavşaklığı tadında değil zekice bir mizaha oturtulmuş, yaratıcı bir aşk filmi. Asla klişe değil. Filmin yıldızı ise kesinlikle Rob Schneider
8 ) A Bout De Souffle (1960) - Jean Luc Godard
Godard'ın sinemayı baş aşağı çevirip silkelediği film. Yeni bir dönem başladı. Doğaçlama çekilen o meşhur sahneler gerçekten çok cool.
7 ) Gegen Die Wand (2004) - Fatih Akın
Berlin'de en iyi film ödülü almak kolay iş değil. Bu aşk filminde herşey var. Sevgi, gülümseme, nefret, kaybetmek ve belki de en çok acı. Ve yine unutulmaz bir soundtrack
6 ) Ah Müjgan Ah (1970) - Mehmet Dinler
Gözleri 4 defa lacivert Müjgan. Bu filmi askerde izlemiştim. Son ses ve onlarca asker ekrana alık alık bakıyordu,çıt çıkmıyordu. Ve eminim herkesin içi cız ediyordu.
5 ) Breaking The Waves (1996) - Lars Von Trier
Bess McNeill gelmiş geçmiş en iyi kadın performanslarından birine imza atıyor. İçimiz kıyılıyor, yok artık bu kadarı da olmaz diyoruz ama aşk yaptırıyor. İskoç aksanına ise ayrı hastayım.
4 ) Bin Jip (2004) - Kim Ki Duk
Aşk filmlerinin belki de en sessizi. Sadece finali için değil genel anlamda da en iyilerden. Bir de Natacha Atlas ve Gafsa
3 ) Chung Hing Sam Lam ( Chungking Express )(1994) - Wong Kar Wai
Sadece şu aşağıdaki sahne için bile izlenebilir bu film. California Dream, tarihi geçmiş konserveler, maket uçak, Hong Kong'un arka sokakları. Bu film bambaşka birşey. Defalarca izlenesi ve her seferinde ayrı bir ayrıntı keşfedilesi.
2 ) Krótki film o milosci (1988) - Krzysztof Kieslowski
Herhangi bir filmde gördüğüm aşkı sinema sanatına en iyi yansıtan sahnedir aşağıdaki bölüm. Daha güzel anlatılamazdı herhalde. Ruhun şaad olsun Kieslowski.
1 ) Kader (2005) - Zeki Demirkubuz
Fazla söze gerek yok. Benim sinema lügatımda gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biridir Kader ve tek kelime ile izlediğim en iyi aşk filmidir. Bekir gibi bir aşık da yoktur sinema tarihinde, yani ben görmedim
1 Kasım 2011 Salı
Hüsnü Arkan
Hüsnü Arkan'ın son albümünü çok beğendim.Yeni yeni dinliyorum. Birsen Tezer ile yaptığı bu düet albümün en vurucu parçalarından.
Bu ise 91 çıkışlı solo albümünden asla eskimeyecek bir klasik. Göz yaşartıcı ve parça tesirli
Sanırım melodinin benzerliği ve sözlerin içeriğinden ötürü "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmine götürüyor bu parça beni.
Teşekkürler Hüsnü Abi
Bu ise 91 çıkışlı solo albümünden asla eskimeyecek bir klasik. Göz yaşartıcı ve parça tesirli
Sanırım melodinin benzerliği ve sözlerin içeriğinden ötürü "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmine götürüyor bu parça beni.
Teşekkürler Hüsnü Abi
13 Ekim 2011 Perşembe
Korkoro
Tony Gatlif'in az önce seyrettiğim ve çok beğendiğim son filmi Korkoro.1943 yılında savaşın başladığı yıllarda, bir oraya bir buraya sürüklenen bir çingene ailesinin dramı kısaca özetlersek. Gerçek bir hikayeden esinlenmiş, diğer 2.Dünya savaşı filmleri gibi yahudi soykırımından farklı olarak bu sefer sadece savaşta değil her daim ezilen çingenelerin hikayesi söz konusu. Onları çok iyi tanıyan Tony Gatlif, Gadjo Dilo kadar etkili bir film yapmış bence. Yine müthiş karakterler,bol bol eğlence, en kralından müzikler, kemanlar, enstantaneler. Fakat bu bir gerçek hikaye ve nihayetinde dramı ve üzüntüsü de mevcut.
Fransanın Alman baskısında bulunan bir kasabasına gelen müzisyen çingene ailesi burada, belediyede çalışan ve aynı zamanda öğretmenlik yapan bir kadın ve veteriner bir abimizin yardımıyla kasabaya güç bela yerleşiyorlar. Bu ikilinin içten yardımları yeterli olmuyor. Irkçı halk ve tabi ki asker idaresindeki belediye onları istemiyor. Bu dram yönü ağır basacak hissi veren hikayede aslına bakarsanız çok eğleniyorsunuz bunu tabi Tony Gatlif'in hünerine borçluyuz. Film 1 dakika bile sıkmıyor,seyirciyi eğlendiriyor, müzikleri ve özellikle Taloche adlı deli bir çingenenin muziplikleri sizi ekrana bağlayacak eminim. Taloche'u oynayan kişiyi özellikle kutlamak lazım. Mükemmel bir oyunculuk var ortada, öyle böyle değil. Bu adam ya gerçek bir deli ya da süper bir oyuncu. Diğer oyunculuklar da harika mesela Çororo rolündeki küçük çocuk da müthiş. Müzikleri ise film biter bitmez sağda solda ramaya koyuldum. Filmin adı diğer Gatlif filmlerine nazaran dah az duyuldu gibi geliyor bana. Pek bahsedilmiyor bu filmden sinema ortamlarında. Yanılmıyorsam İstanbul Film Festivalinde de oynamıştı halbuki. Bu arada film ile ilgili şukela sinema dergisi Yeni Film 'in 20.sayısında Aylin Sayın adlı yazarın çok güzel bir yazısı bulunmakta, merak edenlere tavsiye ederim.
Tony Gatlif'in izlediğim 6-7 filminden sevmediğim hiç olmadı ama Gadjo Dilo ile birlikte Korkoro gerçekten çok çok iyi filmler. Mutlaka izleyin derim..
Fransanın Alman baskısında bulunan bir kasabasına gelen müzisyen çingene ailesi burada, belediyede çalışan ve aynı zamanda öğretmenlik yapan bir kadın ve veteriner bir abimizin yardımıyla kasabaya güç bela yerleşiyorlar. Bu ikilinin içten yardımları yeterli olmuyor. Irkçı halk ve tabi ki asker idaresindeki belediye onları istemiyor. Bu dram yönü ağır basacak hissi veren hikayede aslına bakarsanız çok eğleniyorsunuz bunu tabi Tony Gatlif'in hünerine borçluyuz. Film 1 dakika bile sıkmıyor,seyirciyi eğlendiriyor, müzikleri ve özellikle Taloche adlı deli bir çingenenin muziplikleri sizi ekrana bağlayacak eminim. Taloche'u oynayan kişiyi özellikle kutlamak lazım. Mükemmel bir oyunculuk var ortada, öyle böyle değil. Bu adam ya gerçek bir deli ya da süper bir oyuncu. Diğer oyunculuklar da harika mesela Çororo rolündeki küçük çocuk da müthiş. Müzikleri ise film biter bitmez sağda solda ramaya koyuldum. Filmin adı diğer Gatlif filmlerine nazaran dah az duyuldu gibi geliyor bana. Pek bahsedilmiyor bu filmden sinema ortamlarında. Yanılmıyorsam İstanbul Film Festivalinde de oynamıştı halbuki. Bu arada film ile ilgili şukela sinema dergisi Yeni Film 'in 20.sayısında Aylin Sayın adlı yazarın çok güzel bir yazısı bulunmakta, merak edenlere tavsiye ederim.
Tony Gatlif'in izlediğim 6-7 filminden sevmediğim hiç olmadı ama Gadjo Dilo ile birlikte Korkoro gerçekten çok çok iyi filmler. Mutlaka izleyin derim..
10 Eylül 2011 Cumartesi
31 Temmuz 2011 Pazar
24 Temmuz 2011 Pazar
26 Haziran 2011 Pazar
David Bowie peygambermisin?
Ona İngiltere'de müziğin peygamberi diyorlar.Haksız sayılmazlar.2 parçayla bile bunu kanıtlayabilirim. Yıllar geçti ama bu kadar ayrı ama bu kadar etkili parçalar yapan çıkmadı.Ben vazgeçemedim bu ikisinden
14 Mayıs 2011 Cumartesi
La Rage - Keny Arkana - French Rap (English subtitles)
Keny Arkana'yı Açık Radyo sayesinde tanıdım. La rage inanılmaz bir parça. Anarşist ruhlara şiddetle önerilir.
"Eğer oy vererek bir şeyleri değiştirme imkanımız olsaydı, bu hakkımız kesinlikle elimizden alınırdı." - Keny Arkana -
"Eğer oy vererek bir şeyleri değiştirme imkanımız olsaydı, bu hakkımız kesinlikle elimizden alınırdı." - Keny Arkana -
7 Nisan 2011 Perşembe
Princesas
Beni oldukça etkileyen, hüzünle karışık gülümseme bırakan müthiş bir Fernando Leon de Aranoa filmi. Madrid'de 2 seks işçisinin hayallerini, sıkıntılarını ve yardımlaşmalarını anlatan tabanca gibi bir yapım. Küçük bir bütçeyle, mütevazi ama iyi oyunculuklarla ve hepsinden önemlisi hikayeyi sevdiren, seks işçilerine bakış açımızı değiştirecek kadar iyi yazılmış diyaloglarıyla çok farklı bir film. "Los Lunes Al Sol" ile kaybeden erkekleri müthiş bir şekilde resmeden yönetmen bu sefer kadınlar için yapmış yapıcağını. Öyle ki, bilmesem yönetmenin kadın olabileceğini idda ederdim. Paraya dayalı düzenin insanı hangi noktalara sürüklediği ve bunu aşmanın en efektif yolunun dayanışma olduğunu gördüm bu filmde. Ve hepsinden önemlisi bunu anlatım tarzı o kadar hayatın içinden ki, bazen bir Umut Sarıkaya karikatürü okuyormuş gibi hissettim kendimi. Los Lunes Al Sol da İspanya'nın Beleştepesi'ni gösteren yönetmen bu sefer bizi kısa bir süreliğine Athletico Madrid tribünlerine götürüyor.
Her sinemaseverin kendi keşfi bir filmi vardır bu da benim kendime armağanım. Bu film nasıl olduysa gölgede kalmış, üzerine pek bir şey yazılmamış, festivalllerde de hiç duymadık adını ama benim izlediğim en iyi filmler listemde üst sıralara adını yazdırdı. Ayrıca en sevdiğim müzisyenlerden Manu Chao 'nun en sevdiğim şarkılarından "5 Razones" sözleri ve ritmi ile filmi öylesine anlatıyor ki.. Ya şarkı bu film için yazılmış ya da yönetmen bu şarkıya bir film yapmış. Süpersiniz ellerinize sağlık. O eşsiz şarkının filmi özetleyen sözleri ise şöyle;
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için beş nedenden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Uyumak için beş köşeden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Ölmek için 5 milyondan fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Eğer hayat sana verirse
Katlanmak için
beş piçten fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için
beş dersten fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için beş nedenden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Uyumak için beş köşeden fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Her sinemaseverin kendi keşfi bir filmi vardır bu da benim kendime armağanım. Bu film nasıl olduysa gölgede kalmış, üzerine pek bir şey yazılmamış, festivalllerde de hiç duymadık adını ama benim izlediğim en iyi filmler listemde üst sıralara adını yazdırdı. Ayrıca en sevdiğim müzisyenlerden Manu Chao 'nun en sevdiğim şarkılarından "5 Razones" sözleri ve ritmi ile filmi öylesine anlatıyor ki.. Ya şarkı bu film için yazılmış ya da yönetmen bu şarkıya bir film yapmış. Süpersiniz ellerinize sağlık. O eşsiz şarkının filmi özetleyen sözleri ise şöyle;
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için beş nedenden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Uyumak için beş köşeden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Ölmek için 5 milyondan fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Eğer hayat sana verirse
Katlanmak için
beş piçten fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için
beş dersten fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
Eğer hayat sana verirse
Devam etmek için beş nedenden fazlasını
Eğer hayat sana verirse
Uyumak için beş köşeden fazlasını
Kendini zorlarsın
Gece gündüz
22 Mart 2011 Salı
Mabel Matiz
Mabel Matiz, ilk dinleyişte bana Düş Sokağı Sakinleri'ni andıran ve son güzlerde dinlemeden duramadığım şarkıların sahibi müzisyen kişiliğin adı. Çok net olarak söyleyebilirim ki son yıllarda Türk müziğinde eşine benzerine rastlamadığım bir söz yazma yeteneği var bu elemanda. Aslında şarkı sözü gibi değil de bir şiir formuna daha yakın. Besteler ise insanı kolay yakalayan,tanıdık gelen ve akıldan çıkmayan nitelikte ve Düş Sokağı Sakinleri, Yeni Türkü ve hatta Sezen Aksu bestelerini(Sezen Aksu coverları da var) andırıyor fakat sözlerde inanılmaz bir özgünlük söz konusu. Dikkat etmeden dinlendiğinde ergen romantizmi gibi gelse de sözleri yazı olarak gördüğümüzde "bu şiir hangi şairinmiş diyebilirsiniz?" Ayrıca parçalarına nakarat koymaması ve tek nefeste bitirmesi de müziğinin etkisini arttırıyor. Kadıköy'ün yeni ve güzide mekanlarından Gram'da sahne alıyormuş ara sıra. Canlı dinlemek keyifli olsa gerek. Müziklerinin web üzerinden yayınlıyormuş ve henüz basılmış bir albümü yok.Nasıl Birşeymiş derseniz ;
19 Mart 2011 Cumartesi
11 Mart 2011 Cuma
Kaybedenler Kulübü
90'lı yılların sonunda Kent Fm'de ve 2003'de Radio Hot'da yaptıkları programla gelmiş geçmiş en efsane radyo programına imza attı onlar. Özellikle Kent Fm'deki programlarını ilk gençliğimin de vermiş olduğu tecrübesizlikle çok ciddiye alırdım. Yaptıkları ironiyi farkedemeyecek yaştaydım evet ama yine de çok cool bir programdı. Kaan Çaydamlı motosiklet kültürü ( özellikle chopperlar), yemek ve mutfak bilgisi, superball, futbol( özellikle dünya kupaları ) ve ençok da belden aşağı, lafı sürekli sekse ve yatağa getiren yalnız bir adam izlenimi verirken. Mete Avunduk (ki kendisi şu an ki müzik zevkimin oluşmasında en büyük pay sahibidir) ise nispeten daha sessiz, lafı gediğine koyan inanılmaz plak arşiviyle dinleyenleri nostaljiye boğan tam bir Kadıköy adamı rolündeydi. Rolündeydi diyorum çünkü bir nevi rol yapıyorlardı. Asıl mesleklerine bakarsak Kaan'ın 6,45 yayınevi ortaklarından, Mete ise bar sahibi ve dj. Bazen şiir okuyolar, genelde başlarından geçen hikayeler çoğu zamansa uydurma hikayeler anlatıyorlardı.Dinleyiciye saygı onların kitabında yoktu. Kendi yarattıkları bir jargon vardı. "Kanca yapmak" , "Çok Yalnızım" , "Geçen Arkadaşlarla İçiyoruz" gibisinden her program en az 1 kere duyabileceğiniz kendine has cümleleri,deyişleri vardı. Dinleyiciyi bazen hiç sallamazlar bazense kafaya alırlardı. Erkekler arayınca genelde ters konuşurken bayanlarda konu yine malum mevzulara getirilirdi. Dinleyiciye "En son ne zaman seks yaptınız?" ya da "Hanımefendi sizinle yatmışmıydık?" (Filmde de kullanılmış bu cümle) gibi soruları rahatlıkla sorarlardı.Çoğu zaman aynı elemanlar,arkadaşları ararlardı,bizim bilemeyeceğimiz kendi aralarında geçen muhabbetleri döndürürlerdi. Özellikle bir "Erol Egemen" muhabbeti vardır ki hiç bitmez. Şu an netten eski birçok programın kaydını buldum ve arada açıp dinliyorum. Gayet eğlendiriyorlar.En süper anları da müzik çeşitliliği ile yaşıyorum Orhan Gencebay, Leonard Cohen, Beatles, Ian Brown, Bob Dylan, Zeki Müren, Bruce Sprinpsteen, Tanju Okan diye uzayıp giden benzersiz playlistleri vardı. Şu aralar bir sinema filmi projesi ile can beyazperdede can bulucak kahramanlarımız. İyi mi olacak kötü mü olacak şu an kestirmek zor. Bana sanki biraz büyüsü bozulcak o eski havası kalmayacak gibi geliyor .Underground bir oluşumun popülerleşmesi her zaman bir dejenerasyon yaratıyor çünkü.Özellikle Nejat İşler'i ne kadar oyunculuk anlamında başarılı bulsam da Kaan Çaydamlı ile bir türlü bağdaştıramıyorum.Yine de filmi merak ediyorum.Kaybedenler Kulübünün efsane kapanış konuşması ve parçası ile noktayı koyalım.
9 Mart 2011 Çarşamba
Såsom i en spegel
Ingmar Bergman'ın 61 tarihli siyah beyaz şaheseri tamamen varoloşculuk üzerinde ilerleyen bir film. Neredeyse günlük yaşama ait hiçbir iz barındırmayan ruhsal,içe kapanık ve izleyici ile arasına mesafe koyan bu Bergman filminde öyle bir görüntü yönetmenliği var ki insanın ağzını açık bırakıyor.Hikaye psikolojik tedavi gören genç bir kadın(Karin),onun kocası(Martin) ve erkek kardeşinin(Minus) yazar olan babalarının(David) adadaki evlerinde geçirdiği kısa sürede yaşadıklarından oluşuyor.Geçmişleri ile yüzleşmeleri,kadının bozulan psikolojisine ve değişik iç dünyasına ait detaylar filmi oluşturuyor.Filmin anlatım anlamında içine girmekte zorlansak bile ışık kullanımı,mekan kompozisyonları bizi ekrana bağlamakta yeterli oluyor.Teknik olarak oldukça cezbedici bir film yani.
Fimden notlar ve öne çıkanlar;
* Tanrı var mı yok mu? Bergman yine birçok filminde olduğu gibi bu sorunun peşinde film boyunca.Baba ve kadın karakterleri kullanarak farklı sorular soruyor,kafasındakileri iki farklı karakterle yansıtıyor bizlere belki de.
* Delirmek Tanrı'ya yaklaşmakla mı sonlanıyor? Ya da tam tersi Tanrı'ya yaklaşmanın sonu delirmek mi ? Filmde sorulan sorulardan biri de bu gibi geldi bana.
* David : "Gerçekler asla felakete yol açmaz."
* Minus : "Bütün insanlar kendi içlerinde tutsak mıdır?Sen kendi hayatında, ben kendiminkinde. Herkes kendi hücresinde."
* Karin'in odaya gitmesi ve orada yaşadığı tuhaf anlar,hissettikleri,gördüklerini anlatması, duyduğu sesleri geçek zannetmesi ama yönetmenin bunları bize asla göstermemesi filmi seyirci açısından zorlaştırırken tamamen diyaloglara odaklanmamızı sağlamış bir yandan da.
* Karin'in yaşadıklarına ve anlattıklarına açıkcası pek anlam veremedim. Belki de bir anlamı yoktu. Sadece deliliğe bir bakıştı.
* Oda mevzusu sanki Stalker'i anımsattı biraz bana. Bir de babanın yazar olması ve yazma yeteneğini yitirdiğini düşünmesi Stalker'deki yazarı getirdi aklıma.
* David : "İnsan kendi çevresine büyülü bir çember çizer ve kendi gizli oyunlarına uymayan her şeyi dışarıda bırakır.Yaşamın bu çemberi bozduğu her an oyunlar grileşir, küçülür ve gülünç bir hale gelir. O zaman insan hemen yeni bir çember çizer ve koruma alanı oluşturur." Filmde beni en etkileyen replik kesinlikle bu oldu.Müthiş..
* Sonuç olarak Bergman filmi "Tanrı sevgidir." mitiyle bağlamış. Bergman'ın kendine sorduğu sorularla bizi de düşünceye sevk etmeye çalışıyor.belki de böyle bir derdi yok bilemeyiz.Esasen sanatını icra etmiş ve gitmiş.Geride bıraktığı onlarca film izlenmeyi ve üstünde uzun uzun düşünülmeyi bekliyor..
Üçlemeyi oluşturan diğer iki filmi henüz izlemedim. Tamamlanınca ortaya ne çıkacak çok merak ediyorum.
Fimden notlar ve öne çıkanlar;
* Tanrı var mı yok mu? Bergman yine birçok filminde olduğu gibi bu sorunun peşinde film boyunca.Baba ve kadın karakterleri kullanarak farklı sorular soruyor,kafasındakileri iki farklı karakterle yansıtıyor bizlere belki de.
* Delirmek Tanrı'ya yaklaşmakla mı sonlanıyor? Ya da tam tersi Tanrı'ya yaklaşmanın sonu delirmek mi ? Filmde sorulan sorulardan biri de bu gibi geldi bana.
* David : "Gerçekler asla felakete yol açmaz."
* Minus : "Bütün insanlar kendi içlerinde tutsak mıdır?Sen kendi hayatında, ben kendiminkinde. Herkes kendi hücresinde."
* Karin'in odaya gitmesi ve orada yaşadığı tuhaf anlar,hissettikleri,gördüklerini anlatması, duyduğu sesleri geçek zannetmesi ama yönetmenin bunları bize asla göstermemesi filmi seyirci açısından zorlaştırırken tamamen diyaloglara odaklanmamızı sağlamış bir yandan da.
* Karin'in yaşadıklarına ve anlattıklarına açıkcası pek anlam veremedim. Belki de bir anlamı yoktu. Sadece deliliğe bir bakıştı.
* Oda mevzusu sanki Stalker'i anımsattı biraz bana. Bir de babanın yazar olması ve yazma yeteneğini yitirdiğini düşünmesi Stalker'deki yazarı getirdi aklıma.
* David : "İnsan kendi çevresine büyülü bir çember çizer ve kendi gizli oyunlarına uymayan her şeyi dışarıda bırakır.Yaşamın bu çemberi bozduğu her an oyunlar grileşir, küçülür ve gülünç bir hale gelir. O zaman insan hemen yeni bir çember çizer ve koruma alanı oluşturur." Filmde beni en etkileyen replik kesinlikle bu oldu.Müthiş..
* Sonuç olarak Bergman filmi "Tanrı sevgidir." mitiyle bağlamış. Bergman'ın kendine sorduğu sorularla bizi de düşünceye sevk etmeye çalışıyor.belki de böyle bir derdi yok bilemeyiz.Esasen sanatını icra etmiş ve gitmiş.Geride bıraktığı onlarca film izlenmeyi ve üstünde uzun uzun düşünülmeyi bekliyor..
Üçlemeyi oluşturan diğer iki filmi henüz izlemedim. Tamamlanınca ortaya ne çıkacak çok merak ediyorum.
7 Mart 2011 Pazartesi
Biutiful
Inarritu 2010 yılına kadar yaptığı 3 uzun metraj film ile günümüz sinemasının şimdiden saygıdeğer yönetmenlerinden biri oldu.2010 yılında ise bana göre kariyerinde hem bir zirve hem de bir dönüm noktası yaşadı Biutiful adlı bu şaheser ile.Bugüne kadar filmlerinde çalıştığı senarist Guillermo Arriaga ile yolunu bu film ile ayırıp,biraz da kendi geçmişinden izler taşıyan bir film yapmış.Ayrıca sadece senarist değişikliği değil kurguda da farklı bir yapı söz konusu bu filminde. Daha önceki 3 filmindeki "senaryoyu kes-karıştır-kurgula" metodunu bir kenara bırakmış yönetmen. Ve asıl sanatı adına en büyük yeniliği ise antikapitalist bir söylemi de hikayesine eklemesi ile yapmış bana göre.Bugüne kadar filmlerinde gördüğümüz o etkileyici dramatizm artık yalnız değil.Bu sefer karakter psikolojisi, kader,çaresizlik gibi alıştığımız temalarına bir de göçmenlik,iş güvenliği (güvensizliği) ,sadece para üzerine işleyen düzene eleştiri gibi sosyalist bakış açılarını da eklemiş.Bunu dünya sinemasında iyi yapan çok az yönetmen var.Inarritu'nun da bu yönetmenler arasına eklenmesi beni bir sinemasever olarak oldukça mutlu etti.Filmi izlerken büyük usta Ken Loach 'ın filmleri geldi aklıma.Onun sinemasına çok yakın ama aynı zamanda kendine özgü bir tarzı var Biutiful'un
Yazımın devamını sivrisinema'dan okuyabilirsiniz.
Yazımın devamını sivrisinema'dan okuyabilirsiniz.
26 Şubat 2011 Cumartesi
The Good Heart
İzlandalı yönetmen Dagur Kari, Noi Albinoi ile sinemaseverlerin kalbini fethettiğinden beri Kuzey Avrupa sineması daha çok takip edilir oldu.Dagur Kari bu kez The Good Heart filmi ile kalbimizdeki yerini daha da sağlamlaştırdı.Olduğu gibi, göründüğü gibi bir film bu.Tek kelim ile naif bir film diyebilirim.Yine kaybeden kahramanlar ve bu sefer bir bar filmi.Meşhur Barfly filmini izlemedeim ama bu izlediğim en iyi bar filmi diyebilirm.Bar kültürü ile ilgili müthiş bakış açıları,enfes diyaloglar,ders niteliğinde bilgiler var.
Konuya gelirsek kısaca şöyle;Evsiz barksız iyi kalpli Lucas hastanede kalp hastası bar sahibi huysuz Jacques ile tanışır.Jacques hastaneden çıktıklarında Lucas'i bulur ve ona bir teklifte bulunur.Sonrası ise eğlenceli bar felsefeleri ve 2 farklı hayatın acı tatlı yanları ile dolu müthiş bir hikaye.Jacques in yılların birikimi bar tecrübeleri,katı kuralları,bozuk bir ağzı ve hasta bir kalbi vardır,Lucas ise onun tam tersi karakterde iyi kalpli düşünceli ve paylaşmayı seven bir gençtir.Bu dostluğun sebebi ve sonuçları ise filmimizin spoilerini oluşturur.
Filmi sadece Dagur Kari sevenlere değil herkese öneririm.Oldukça eğlenceli,asla sıkmayan, zaman zaman komediye varan çekici bir tarzı var.Bazı sahnelerde Noi Albinoi 'ye göndermeler mevcut,müzikler ise yine Slowblow'dan.Oyunculardan Lucas'ı oynayan Paul Dano, Messi'ye ikizi kadar benzemekte.Daha önce Little Miss Sunshine'da pilot olmak isteyen evin delikanlısını ve There Will Be Blood'da küçük rahip rolünü başarı ile oynamıştı.Yeteneği tartışılmaz. Jacques'i oynayan Brian Cox un ise daha çok dizilerde oynadığını öğrendim.Dizi kültürüne uzak olduğum için kendisini sanırım ilk defa izledim ama o da inanılmaz oynamış,umarım devamı gelir.
Kısacası bu filmde hayat var,aşk var,arkadaşlık var.Filmi izleyip de sevmezseniz içkiler benden söz.
Konuya gelirsek kısaca şöyle;Evsiz barksız iyi kalpli Lucas hastanede kalp hastası bar sahibi huysuz Jacques ile tanışır.Jacques hastaneden çıktıklarında Lucas'i bulur ve ona bir teklifte bulunur.Sonrası ise eğlenceli bar felsefeleri ve 2 farklı hayatın acı tatlı yanları ile dolu müthiş bir hikaye.Jacques in yılların birikimi bar tecrübeleri,katı kuralları,bozuk bir ağzı ve hasta bir kalbi vardır,Lucas ise onun tam tersi karakterde iyi kalpli düşünceli ve paylaşmayı seven bir gençtir.Bu dostluğun sebebi ve sonuçları ise filmimizin spoilerini oluşturur.
Filmi sadece Dagur Kari sevenlere değil herkese öneririm.Oldukça eğlenceli,asla sıkmayan, zaman zaman komediye varan çekici bir tarzı var.Bazı sahnelerde Noi Albinoi 'ye göndermeler mevcut,müzikler ise yine Slowblow'dan.Oyunculardan Lucas'ı oynayan Paul Dano, Messi'ye ikizi kadar benzemekte.Daha önce Little Miss Sunshine'da pilot olmak isteyen evin delikanlısını ve There Will Be Blood'da küçük rahip rolünü başarı ile oynamıştı.Yeteneği tartışılmaz. Jacques'i oynayan Brian Cox un ise daha çok dizilerde oynadığını öğrendim.Dizi kültürüne uzak olduğum için kendisini sanırım ilk defa izledim ama o da inanılmaz oynamış,umarım devamı gelir.
Kısacası bu filmde hayat var,aşk var,arkadaşlık var.Filmi izleyip de sevmezseniz içkiler benden söz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)