12 Ekim 2018 Cuma

Gaspar Noe'den Bambaşka Bir Sinema Deneyimi - Climax



Öncelikle uzun zamandır yazmadığım, yazamadığım bloguma geri gelmek çok iyi hissettirdi. Uzun zaman sonra buraya bir post girmemde 2 motivasyonum oldu. İlki bu yazının konusu olan sanat eseri Climax'in etkileyiciliği, ikincisini ama en önemlisini ise yazının sonuna sakladım..

Gaspar Noe yaşayan yönetmenler arasında icra ettiği sanatın çıtasını en yükseklere taşıyan, özgün, yaratıcı ve sınır tanımayan bir karakter. Beni her zaman çok heyecanlandıran, oldukça sert ama bir o kadar etkileyici eserlere imza atan rahatsız mı rahatsız bir adam. Filmlerini gün sayarak beklediğim belki de tek yönetmen. Filmekimi 2018'de Climax'in yayınlanacağını öğrendiğim an benim için heyecanlı bekleyiş başladı. Filmin trailer'ına ait bütün versiyonları Youtube'da defalarca izleyip filme gitmek iyi bir antreman oldu diyebilirim.

Öncelikle Noe, benim gibi bu filmi en ön sıralardan izleme cesaretini gösteren herkese ayrıca bir teşekkür etmeli. Filmi yaklaşık 2 aydır bekliyordum ve biletixten rastgele bilet alma olayında önden 3.sıraya düşünce başıma neler geleceğini biliyordum.

Filme gelecek olursak izlemesi zor, dokusu sert ve uzun plan sekanslardan oluşan ve her bünyeye hitap etmeyecek bir yapıda olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.  Ayrıca olaylar bir partide geçtiği için 90 dakika boyunca müzik neredeyse hiç kesilmiyor. Bu yönüyle belki de bir ilk olabilir. Diğer yandan film; psikolojik gerilim, feel bad movie, suç gibi türler arasında gezinirken bir yandan da tek mekan ve uyuşturucu konulu filmler gibi alt janrlara da ait. Tek mekan demişken film belki de izlediğim en iyi tek mekan filmi.

Noe'nin alameti farikası olan loş-karanlık arası kırmızı ağırlıklı ortamları, aktüel kamerası, pis müzikleri, rahatsız edici diyalogları bu filmde de bolca mevcut.

Noe filmlerini izleyenler çok iyi bilir, filmde kötü şeyler olacaktır. Buna hazırlıklı olarak izlenir bu adamın filmleri. Peki ama hiç iyi bir şey olmaz mı diye sorarsanız, evet olmaz. Dans sahnelerini saymıyorum, o kısımlarda yönetmen işin estetik kısmında biraz yeni şeyler denemek istemiş ve altından kalkmış.

Filmin gerçek olaylardan esinlenerek çekildiğini okumuştum. Bu olaya ve filme bakışımı biraz değiştirdi. O açıdan da psikolojiye olan negatif etkiyi artırmış oluyor.


Peki filmde neler oluyor? Aslında çok da anlatılacak bir şey yok. Fransa'da bir grup dansçı ABD'de yapılacak bir dans yarışmasına seçme için mülakata tabi tutulmasıyla açılıyor film. Dansçılara sorulan bazı sorular rahatsızlık veriyor. Bu arada bu soruları ve verilen cevapları biraz aklımda tutmaya çalıştım. Zira Noe bunları filmde kullanacaktı.

Mülakattan sonra unutulmayacak, uzun süren etkileyici bir dans sahnesi ile o tek mekana girmiş oluyoruz. Dansçıların bir kareografi çalışmasından geçtikleri ve bir müddet(belki 1 hafta belki 1 ay) olayların geçtiği mekanda birlikte yaşadıkları anlaşılıyor. Ardından bu farklı karakterlerdeki dansçıların aralarında bir şeyler olmaya başlıyor. Gerginlikler, kavgalar, suçlamalar, azanlar,  tozutanlar, sırlar, rahatsız edici muhabbetler derken ortalık iyiden iyice karışıyor.

Olaylar geliştip, ortam iyice boka dönmeye başlayınca Noe de kamerasını iyice agresifleştiriyor ve sonlara doğru gerçekten izlenmesi iyice zorlaşan bir filme doğru evriliyor. Filmi sinema salonunda bir toplulukla izlemek de insanı ayrıca geriyor tabi, yok artık ebesinin ki diye küfürü basamıyorsunuz. Filmde bir de bir Fransa bayrağı muhabbeti var ama o konu ayrıca düşünülmeli mi, bir gönderme mi yoksa filme ait küçük bir detay mı emin olamadım.


Filmin özellikle son 10 dakikası gerçekten herkesin izleyemeyeceği bir hal alıyor ve mide bulantısı artıyor. Burada kastım kanlı sahneler değil. Ortamın, kameranın etkisiyle içerisinde bulunamaz hale gelişi ve tek plandan oluşan, sizi oradan oraya sürükleyen sert sahnelerden bahsediyorum

Filmin kanımca en etkileyici yönü ise izleyeni olaya ve ortama müthiş bir şekilde dahil etmesi. O ortamı yaşamanız, bazı karakterin peşine takılıp müziğin de etkisiyle neredeyse o kafayı olmasa bile etkilerini bir nebze size yaşatması gerçekten taktire şayan.

Sözün özü bu etkileyici filmi sinemada izlemek ayrı bir deneyimdi. Film başka sinema kapsamında da gösterilecek. Herkese önermiyorum ama Noe severler mutlaka sinemada izlemeli(ama ön sıralar olmasın bence)

Tekrardan sahalara dönüp bu yazıyı yazmamda en önemli motivasyon ise biricik eşim ve oldu. Umarım arkası gelir.

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Altın Değerinde: The Treasure of the Sierra Madre

Sinemanın henüz Avrupa hakimiyetine girmediği 40'lı yıllardan siyah beyaz, kelimenin tam anlamıyla "Gömülü bir Hazine" olan Hollywood yapımı bir film The Treasure of the Sierra Madre. Başrollerinde dönemin en iyi 2-3 aktöründen biri olan Humphrey Bogart'ın rol aldığı bu enfes filmi yine o yılların en büyük isimlerinden John Huston çekmiş.  



 Film Meksika'da geçiyor. Kahramanımız Dobbs(Humphrey Bogart) işsiz güçsüz avare bir tip. Para dilenmekten çekinmeyen Dobbs bir kaç küçük işte çalışıp kazık yedikten(klasik çalışıp parayı alamama mevzusu) sonra yine aynı işten parasını alamayan Curtin adlı bir elemanla tanışıyor. Filmin bu ilk bölümünde bize Dobbs'un karakterinin detaylarını veren bir kaç sahne ile karşılaşıyoruz. Filmin başlarında aynı adamdan 2-3 defa para dilenen Dobbs bir yerden sonra adamın tepkisi ile karşı karşıya kalıyor. Yine başka bir sahnede cebindeki son parayı piyango biletine yatırmaktan geri kalmıyor. Dobbs'un para merkezli yaşantısını bir kenara yazıyoruz...

 Filmin asıl olayı 2 avare yeni arkadaşın kaldıkları barınakta altın avcısı Howard ile tanışmasıyla başlıyor. Howard denilen bu adam müthiş bir tip, işin ehli olduğu her halinden belli olan bu ihtiyar bizimkileri çok etkiliyor. Kazık yedikleri patrondan paralarını alan iki kafadar, para suyunu çektikten sonra Howard'ı arıyorlar ve macera başlıyor.

 

 Filmin bundan sonraki bölümleri bu üçlünün Meksika dağlarında altın bulma çabaları, fiziksel ve psikolojik mücadelelerinin yanı sıra kapitalizmin insan hayatını ne denli mahvettiğini gözler önüne serer. Çeteler, yerliler, hastalıklar, çetin doğa koşulları derken zaman su gibi akıp geçiyor. Film oldukça dolu bir film. Özellikle Dobbs'un karakterindeki olağanüstü değişim ve filmde yaratılan tedirginlik verici hava takdire şayandır. Dobss dışında, Curtin karakteri iyiliği saflığı simgelerken babacan ve tecrübeli Howard karakteri ise zekanın simgesidir adeta. Bu filme karakterler üzerinden filme bakınca ayrı bir zevk alıyor insan...

 

 Biraz klasik olacak ama(zaten bu da klasik bir film) paranın(ve sistemin) insan hayatını nasıl değiştirdiği ve ruhsal yapısını nasıl bozduğunu bizlere göstermek isteyen bu yapım, bunu 40'lı yıllarda çok iyi bir şekilde yaparak amacına fazlasıyla başarılı bir şekilde ulaşıyor. Kapitalizmin henüz şu an olduğu kadar palazlanmadığı 1949 senesinden bahsediyoruz. Gerçekten çağının ötesinde diyebileceğimiz bu film, anlatımda da şu an bir çok filmde olmayan bir tat yakalamış.

Oyunculuklar açısından da doyurucu bu filmde Howard karakterini canlandıran Walter Huston'a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Bu müthiş ihtiyar aynı zamanda yönetmen John Huston'un da kardeşiymiş(teşekkürler ekşi). Yazının başında da yazdığım gibi bir "gömülü hazine" olan bu filme zaman ayırın derim. Kapitalizmi eleştiren, irdeleyen filmlere merakınız varsa belki de bu filmlerin atası sayılabilecek bir filmden söz ediyorum.

 Bu arada filmin Türkçe adı baya bir düz adam mantığı ile "Altın Hazineleri" ve DVD'si de arşivlik

26 Şubat 2014 Çarşamba

The Saint of Fort Washington - Küçük Umutlar -

Hollywood'un kirlenmeden, saçmalamadan önce biz sinemaseverlere güzel hediyeler bıraktığı 90'lı yıllardan, kelimenin tam anlamıyla saklı-gömülü bir hazine bu film. Yolları, sokaklarda kesişen iki kaybeden, sokağın soğuğana karşı ellerinde fazla bir şey olmayan iki zararsız evsiz. Öyle bir film ki beni tam gırtlağımdan yakalayıp boğazıma uzun süre gitmeyen bir şeyler oturttu.

Film toplumun en aşağısını, evsizleri merkezine alıyor. Barınaklarda yaşayanları, üstüne karton çekip uyuyanları, banklarda sabahlayanları anlatıyor. O her zaman görüp geçtiğimiz, bazen görmemezlikten geldiğimiz bazense görmek istemediğimiz evsizlerin onlarcasından sadece bir grubunun çarpıcı hikayesi. Hepsine körü körüne kötü veya iyi diyemeyeceğimiz adamlar var bu filmde. Öyle ki onların da kendi dünyalarında iyileri kötüleri, merhametlileri, hayalperestleri var. Bazıları çocukluktan beri o sokaklarda bazıları ise hayatın tokatını yiyerek aşağılara düşmüşler. Ve tahmin edeceğiniz gibi küçücük umutları var. Film boyunca yaralayan az da olsa tebessüm ettiren acı ama gerçekci bir film.

Danny Glover ve Matt Dillon ikilisi aynı zamanda sinema tarihinde eşi benzeri az görülecek bir dostluk hikayesine imza atıyorlar. Dostluk temalı filmler gerçekten iyi örneklerine az rastlanan, modern sinemada az denenen türlerden birisidir. Son yıllarda Can Dostum, daha öncesinde Esaretin Bedeli ve Geceyarısı Kovboy'u gibi filmler akla geliyor tabii ama bu filmin de inanın onlardan aşağı kalır yanı yok, hatta sessiz sakin yapısı ile o filmlerden daha bile çok sevebilirsiniz. Ayrıca filmi izledikten sonra sokakta yaşayan o ötekileştirdiğimiz kitleye bakış açınızı ister istemez değiştirecektir, en azından benim değiştirdi. Sırf bu yüzden bile çok etkili bir film diyebilirim. Bu gömülü hazinenin sinefiller tarafından es geçilmemesi dileğiyle.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Submarine Aydınlatır Geceyi

Son günlerde peşpeşe izlediğim, beni kendine hayran bırakan 2 filmi birleştirdim başlıkta okuduğunuz üzere. Biribiri ile alakasız bu şaheser filmlerin bende bıraktığı etkiyi nasıl anlatsam bilemiyorum.

Submarine'den başlayayım. İngiliz flmlerini oldum olası severim, hatta sinema tutkunu olmamda İngiliz yapımı filmlerin büyük etkisi vardır. Lakin Submarine tipik bir İngiliz filmi değil, hatta Galler filmi. Aslında Galler'de geçmesinden daha çok tarz olarak İngiliz filmlerinin soğuk ve son yıllardaki  gerçekçi örneklerinden konu ve içerik olarak yakında durmasına rağmen biçim olarak daha sevimli olmasıyla ayrılıyor.

Ada'nın soğuk ve gri yağmurlu iklimini, anlatımı, görsel doygunluğu ve Alex Turner'ın müzikleri ile kırmayı başarımış bir yapım. Veya şöyle diyelim Samimi bir film. Konu ergenlik. Konuyu duyunca burun kıvıranları görür gibiyim. Ergen romantizmine karşı ön yargılarınızı kenara bırakın ve uzanıp filmi izleyin. Kolayca içine girilen bir film Submarine. 14-15 yaşlarında Galler'de yaşayan bir lise öğrencisinin aşkı, hayal kırıklığını, saçma planlarını, ezikliğini, ebeveynlerini bir arada tutma çabasını, tüm bunlar ilgimi çekmez diyorsanız hiç olmazsa bari o enfes müzikleri için izleyin derim. Film bazen çok başarılı bir videoklip havasına bürünürken bazen de saf sinema olarak tarzını hissettiriyor.

Ve söylemeden edemeyeceğim filmi inanılmaz bir şekilde Wes Anderson filmlerine benzettim, hem aynı keyfi aldım hem de yeni bir film keşfettim. Sanat yönetmenliği, sevimliliği, müzikleri ve karakterizasyondaki başarıları beni zaman zaman bir Wes Anderson filmi izliyormuş hissine sürükledi. Tabii bu hava tüm filme hakim değil, kesinlikle bir taklitten söz etmiyorum.

Film bittikten sonra yüzümde bir gülümseme ve evden çıkıp mevzu bahis diğer filme gittim.

Başka Sinema adı verilen ne kadar teşekkür etsem az olacak bir oluşum sayesinde İstanbul'da en sevdiğim sinema olan Beyoğlu Pera sinemasında son İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışmada En İyi Film ödülü alan Sen Aydınlatırsın Geceyi filmini izledim. Özellikle beklediğim ve istediğim filmleri tek başına seyretmekten ayrı bir zevk alıyorum ne yalan söyleyeyim.

Her neyse, Onur Ünlü'yü severim Tv'de yayınlanan işlerinden önce de severdim, şu sıralar ise kendisine hayranlığım artmış durumda. Bu film de zaten kesinlikle sinemasında doruk noktası bana göre. Türk sinemasında farklı türleri bu kadar iyi harmanlayan, mizahın da romantizminde hatta varoluşçu öğelerin bile bu kadar dozunda verildiği bir film hatırlamıyorum. Karakterler her zamanki gibi müthiş. Bu film hangi modda olursanız olun kaldırabileceğiniz, bir kendini iyi hisset/kendini kötü hisset filmi. Kadro enfes. Ve bu filmde de tıpkı Submarine'de olduğu gibi yoğun bir müzik kullanımı var. Film için seçilen 2 parça da çok güzel özellikle Mreyte ya Mreyte adlı Arap parçası bu dünyaya ait olmayacak güzellikte. Fakat sadece 2 parça kullanıldığı için bazen biraz bayabiliyor.
Bu filmde o kadar güzel ayrıntılar, o kadar unutulmaz sahneler var ki buraya ne yazsam eksik kalacak. Diyaloglar, ışık kullanımı, görselliği, filmin ritmine aykırı sahneler, fantastik öğeler hatta gore sahneler birbiri ile alakasız ve uyumsuz görünen onca parça bir bütünlüğü çok güzel oluşturmuş. Kısacası film çok cömert size ne isterseniz sunuyor. Salondan ayrılırken filmin beni bu kadar etkileyeceğini hiç düşünmemiştim açıkcası. Aldığı ödülü de sonuna kadar hak etmiş görünüyor.

Kötü hissettiğim bir günde beni hayattan koparıp sinema  denilen onsuz yapamadığım bir dünyaya beni sürükleyen bu 2 filmde emeği geçenlere teşekkür etmek isterim buradan.





22 Şubat 2013 Cuma

Holy Motors

Fransız aykırı ve tuhaf sinemacı Leos Carax'ın son filmi Holy Motors son zamanlarda izlediğim en farklı filmlerden. Listeme sadık kalarak çok film izliyorum yine bu aralar ama listeden her zaman tavşan çıkmıyor. Herhalde son 1 ayda izlediğim en iyi film Holy Motors oldu diyebilirim. Zaten afişi traileri falan gördüğümde insanı yamultacak bir şeyler olduğu belliydi, beklenti de arttı dolayısıyla.
Başrolde Carax'ın Mauvais Sang filminde de izlediğim çok sevdiğim adamlardan Denis Lavant var ve inanılmaz bir performans sergiliyor. Afişlerde adı geçen Kylie Minogue ve Eva Mendes sizi heyecanlandırmasın rolleri çok az. Özellikle Eva Mendes 5 dk bile yok. Herneyse filmin açılış sahnesini çok etkileyici ve Carax bizzat kendi oynamış. Film tam bir soru yağmuru şeklinde başlıyor, ilerliyor, yine kendimize ve yönetmene sorularla bitiyor Bu hayatın ne kadarı rol ne kadarı gerçek? Sahneye çıkan biz kime ne için rol yapıyoruz, gerçek yüzümüzü nerede, ne zaman ve kimlere açıyoruz kendimizi? Kameralar, üzerlerinde website yazan mezar taşları, güzellik-çirkinlik, tuhaf arabalar, bilgisayar oyunları daha nelere neler, filmde küçük ama yerine giden taşlar var.
Bu arada bu filmi rol içinde rol olarak Türkçe'ye çevirirdim ben olsam. Teknik olarak bakarsak çok belirgin bir tarzı olmayan, belli bir türe dahil edemeyeceğim oldukça sıra dışı bir film. Diyalog çok az bu yüzden bazen sıkabiliyor. Fakat arabanın içinde geçen malum diyalog(izleyenler anlayacaktır) filmin hemen hemen tüm ana fikrini dışa vuruyor(Bu arada araba ile anlatılmak istenen nedir o da ayrı bir konu).Sahne geçişleri çok iyi bağlanıyor, müzikler ise bana göre filmde ayrı bir öneme sahip, çünkü bazı sahnelerde çok yoğun ve uzun tutularak bir şeyler anlatmak ister gibiydi, tabii Kylie ablamız da bir parça patlatıyor. Yine burada böyle yazarak anlatamayacağım tipte bir film bu. Parça parça kısa film tadında da izlenebilir aslında. Farklı film arayanlar, düşün taşın boktur işin bir film işte. Hala daha düşünüyorum bu sebeple benim kriterlerime göre iyi film. Trier'in de dediği gibi iyi film ayakkabı içinize giren ve sizi rahatsız eden küçük bir taş parçası gibidir.

18 Aralık 2012 Salı

Pieta

Yakın takipte olduğum Güney Kore sinemasının majör yönetmenlerinden Kim Ki Duk'un son filmi Pieta nihayet torrente düştü ve alelacele indirip izledim. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki film bayağı bir vurucu, oldukça etkilendim ve biraz da şaşırdım, Kim Ki Duk biraz tarzı dışında bir film yapmış ama çok da iyi bir film yapmış. Film diğer filmleri gibi sert ve sıra dışı karakterlerden oluşsa da temas ettiği noktalar bu kez biraz farklı. Özellikle son 15 dakikası muhteşem Oyunculuklar hemen hemen tüm Uzakdoğu filmlerinde olduğu gibi müthiş, zaten yaratıcılık olarak da üst seviyede bu adamlar, başka başka hikayeler, uçlarda gezinen karakterler hep var da bu filmde bir de ağır kapitalizm eleştirisi var. Belki de insanlık eleştirisi. Aslında her ikisi de. Filmi bir o kadar da feminen buldum ben. Kadın karakterler çok çarpıcı, üstünde gevezelik edip konuşasım var bu filmin ama daha sonra uzun uzadıya yazacağım. Zaten moralim bozuk şu günlerde, bu film de epey yıprattı beni. Bu filme 100 dakikanızı ayırıp dikkatle izlemenizi önerip kaçıyorum, bir de film kelimenin tam anlamıyla SÜRÜNDÜRÜYOR...

5 Kasım 2012 Pazartesi

3 Farklı Kültür 3 Ağıt

Bugün 3 parça ile moralinizi bozmak istiyorum

Karadeniz menşeili Marsis, parçanın adı Macven Guri, müthiş bir beste



Bunalım diyarı İzlanda'dan, yine can yakan bir bayan. Adı Soley
Hem bu kadar sade hem de vurucu olmayı nasıl beceriyor anlamış değilim. Björk'un tahtına mı oynuyorsun anlamadım ki ben seni.




Son darbeyi İspanyolca indireceğim. En tehlikelisi bu, göz yaşartıcı bomba, parça tesirli
Canınız sıkkın ise dinlemeyin bu ağıtı, öyle böyle değil




20 Temmuz 2012 Cuma

Rehber - Ruh

Tabutta Rövaşata'nın Mahzun'u "Çıkma ekmek var mı?" diye sorar büfeciye. İşte o sorunun öznesi bir gün gelecek ve bir şarkıda karşıma çıkacak, hiç ummazdım. Şarkının sözlerine bayıldım. Yeni duydum bu grubu "Rehber" çok da beğendim, diğer şarkıları da güzel, değişik. Böyle söz yazan adamlara ihtiyaç var.

10 Mayıs 2012 Perşembe

Le Trou

Hapishane filmlerini kim sevmez. Bambaşka bir dünya, başlı başına bir film türü bence. Ve bu türün zirve noktalarından biri. Benim ağzım açık kaldı. Film hakkındaki izlenimlerimi şurada yazdım. Jacques Becker adlı yönetmen 1960'da çıtayı çok yüksek bir yerlere koymuş. İzleyin - izlettirin efendim.

8 Şubat 2012 Çarşamba

We Need To Talk About Kevin

Seneler önce Ratcatcher filmini seyredip çok beğendiğim İskoç kadın yönetmen Lynne Ramsay, son filmi We Need To Talk About Kevin ile komple bir psikolojik gerilim filmine imza atmış. Özellikle teknik yapısından, anlatımından, parçalı kurgusundan ve Johnny Greenwood imzalı müziklerinden çok farklı bir tat aldım. Filmin bir romandan uyarlandığını ise bitiş yazılarından öğrendim. Aslında yavaş yavaş klişe kaçmaya başlayan psikolojik bozuklukların temelinde yatan çocukluk sendromları ile ilgili hikayeye biraz daha farklı bir bakış açısı eklemiş. Görüntü bombardımanı şeklinde ilerleyen bu filmde çok fazla plan var fakat bu sizi filmden asla koparmıyor. Kesik kesik sıralı olmayan bir kurgu tıpkı Innaritu filmlerini andıran cinsten. Çocuk ve anne arasındaki diyaloglar ise bazen eğlenceli bazense tüyler ürpertici olabiliyor. Garip bir dengesi, diken üstünde giden bir yapısı var. Filmin gelgitleri ve uyandırdığı merak duygusu son sahnelere kadar devam ediyor. Aslında sonlara doğru taşlar yerine oturdukça finali kendi kafamızda hazırlar hale geliyoruz. Çok sürpriz olmasa da etkileyici bir final bölümü var filmin. Evlilik, kadınların iç dünyası, çocuk yetiştirmek ve hepsinden çok çocuk yapmaya hazırlıklı olmak ile ilgili bir film temelde. "İyi karar verin" der cinsten bir söylemi barındırıyor. Ama başka bir bakış açısından bakıldığında ise kötülüğün önüne geçilmez biraz da kadere bırakılmış tohumlarla atılalabileceği anlamı da çıkarılabilir tabii kişiye göre. Filmin rengi kırmızı, ilk sahnesinden son sahnesine kadar kırmızı renkten kurtulamıyoruz. Yönetmenin bu seçiminin altında bir sebep olsa gerek fakat ben tam olarak bulamadım. Tilda Swinton çirkin ama iyi oyuncular klasmanındaki baş aktrislerdendir her zaman. Ben henüz kötü bir performansına rastlamadım. İlk sahneden itibaren performansını hiç düşürmeden bitirmiş filmi, tebrik etmek gerek. Sözün özü We Need To talk About Kevin son yıllarda psikolojik gerilim tadında izlediğim en iyi filmlerden biri. Hazır sinemalarda da tek tük salonda dahi olsa oynamakta, tavsiyemdir eşe dosta.

3 Şubat 2012 Cuma

Kavır me

Cover mevzusu bana her daim çekici gelmiştir.Sevdiğim bir parçayı sevmediğim bir sanatçı ya da sevmediğim bir parçayı sevdiğim sanatçıların yorumlaması.En güzeli ise sevdiğim bir parçayı sevdiğim bambaşka bir sanatçının yorumlaması.Güzel coverlar buldum son zamanlarda,evire çevire dinliyorum

13 Ocak 2012 Cuma

Toprağın Bol Olsun Lefter Küçükandonyadis

Futbolun futbol olduğu yıllardan, en eskilerden, çınarlardan birisiydi o. Toprağı bol, mekanı cennet olsun...

2 Ocak 2012 Pazartesi

Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında

 sen mi güzeldin yoksa hayat mı güzel?
yani iki şişe ucuz şarap bir tarih yazabilir
verdiğim tüm sözler bir anda uçabilir
sıcak bir bira
aşk sendikasında
metin kurt gibi yalnızız ceza sahasında

 Kesmeşeker'in son albümünü uzun süredir bekliyordum. Birkaç parçası dolaşıyordu etrafda, hepsi heyecanlandırıyor beni. Üniversite 1.sınıfta tanıştım Cenk Taner ve arkadaşlarıyla, "Aşk ve Para" albümü elimdeydi kaset formatında. O zamanlar walkmanler ölmemiş, CDçalarlar ise zengin işi olarak yer ediyor ortamlarda, internet ise kafelerden ibaret ( yaşlanmış gibi hissettim bir anda nedense ) . Daha sonra diğer albümlerini dinledim ama asıl Cenk Taner'in solo albümlerine vuruldum. Kadıköy soundu diyorlardı, "Buradan Uzaklara" , "Eğ Başını Eğeceksen", "Tek Kişiyim Ben Hala" gibi vurucu parçalarla her daim bana en yakın müzisyenlerden biri oldu Cenk Taner, bazen bir arkadaş kadar yakın. Söz yazarlığı konusunda ise yaşayan en yetenekli sanatçılardan biridir bana göre.


Bu arada kendisi bir futbol bağımlısı yukardaki yeni şarkısının sözlerinden de anlaşılacağı gibi ve parçalarının hemen hemen hepsine bir futbol figürü, deyimi, hikayesi sıkışır. Bir şarkısında;

"iki taştan bir kale olmaz artık" der mesela,

"Vakit çaldım yalan attım
Doping de yaptım şike de
Her yol mübahtı bilirsin aşk cinnetlerinde" diye yazar "Böyle Şeyler İşte" adlı parçasında

Kadıköylüdür, Fenerbahçelidir, saygı duyulasıdır Cenk Taner.

27 Aralık 2011 Salı

Saian - Feleğin Çemberine 40 Kurşun

Protest müziği seviyorum. Fakat bu topraklarda çok da cesaret edilen, kulak kabartılan bir tarz değil. Say deseler Bandista derim, Grup Yorum derim, Rashit derim, eskilerden Ahmet Kaya var. Bunun dışında albümlerinde veya konserlerinde araya 1-2 parça sıkıştıranlar var. Bazen Duman, Ezginin Günlüğü'nün eski parçaları, Kazım Koyuncu vardı mesela. Ama yine de 70milyonun üstünde bir nüfusa ve bunca soruna rağmen bu sayı çok çok az bence. Acaba müzikologlar bunu araştırıyor mu?

Yalnız Underground Rap 'de müthiş bir enerji var. Biraz nette araştırınca sıkı işlerin yapıldığını anladım. Çok cesur, sivri dilli ve sertler. Tam sokak ruhu. Özellikle Saian gerçekten müthiş bir adam ve şu an belki de bu işte Türkiye'nin en iyisi. Bilgisi, birikimi ve müzikal çeşitliliği üst seviyede. DaPoet, Patron ve Karaçalı da diğer üretken protest rapperlar. Ortada ciddi anlamda bir öfke var ülkede ve dünyada dönenlere karşı. Takdir etmemek mümkün değil.

Şu video ise gerek görsel anlamda gerekse söyledikleriyle son yıllardaki en iyi parçalardan biri. 10 üzerinden 10

Feleğin Çemberine 40 Kurşun - Kinetik Tipografi from egemen soylu on Vimeo.

22 Aralık 2011 Perşembe

Jodaeiye Nader az Simin - A Separation

İzleyeni daha ilk dakikalarından bir vicdan muhasabesi yapmaya iten eşi benzeri olmayan bir İran filmi. Uzun süre bekledim, nihayet nete düştü ve izledim. Açıkcası izlediğim diğer İran filmleri kadar iyi olması bir kenara onlardan daha farklı bir yapıya sahip. Evet yine etkileyici, düşündürücü ama bu sefer izleyen ile değişik bir interaktif bağ kuran bir özelliği var bu filmin. 2011 yılında çok film izlediğimi söyleyemem fakat bunun kadar etkileyicisini bu sene görmedim. Film için daha ayrıntılı yazdığım yazı şurada..