22 Mart 2011 Salı

Mabel Matiz

 Mabel Matiz, ilk dinleyişte bana Düş Sokağı Sakinleri'ni andıran ve son güzlerde dinlemeden duramadığım şarkıların sahibi müzisyen kişiliğin adı. Çok net olarak söyleyebilirim ki son yıllarda Türk müziğinde eşine benzerine rastlamadığım bir söz yazma yeteneği var bu elemanda. Aslında şarkı sözü gibi değil de bir şiir formuna daha yakın. Besteler ise insanı kolay yakalayan,tanıdık gelen ve akıldan çıkmayan nitelikte ve Düş Sokağı Sakinleri, Yeni Türkü ve hatta Sezen Aksu bestelerini(Sezen Aksu coverları da var) andırıyor fakat sözlerde inanılmaz bir özgünlük söz konusu. Dikkat etmeden dinlendiğinde ergen romantizmi gibi gelse de sözleri yazı olarak gördüğümüzde "bu şiir hangi şairinmiş diyebilirsiniz?" Ayrıca parçalarına nakarat koymaması ve tek nefeste bitirmesi de müziğinin etkisini arttırıyor. Kadıköy'ün yeni ve güzide mekanlarından Gram'da sahne alıyormuş ara sıra. Canlı dinlemek keyifli olsa gerek. Müziklerinin web üzerinden yayınlıyormuş ve henüz basılmış bir albümü yok.Nasıl Birşeymiş derseniz ;





11 Mart 2011 Cuma

Kaybedenler Kulübü

90'lı yılların sonunda Kent Fm'de ve 2003'de Radio Hot'da yaptıkları programla gelmiş geçmiş en efsane radyo programına imza attı onlar. Özellikle Kent Fm'deki programlarını ilk gençliğimin de vermiş olduğu tecrübesizlikle çok ciddiye alırdım. Yaptıkları ironiyi farkedemeyecek yaştaydım evet ama yine de çok cool bir programdı. Kaan Çaydamlı motosiklet kültürü ( özellikle chopperlar), yemek ve mutfak bilgisi, superball, futbol( özellikle dünya kupaları ) ve ençok da belden aşağı, lafı sürekli sekse ve yatağa getiren yalnız bir adam izlenimi verirken. Mete Avunduk (ki kendisi şu an ki müzik zevkimin oluşmasında en büyük pay sahibidir) ise nispeten daha sessiz, lafı gediğine koyan inanılmaz plak arşiviyle dinleyenleri nostaljiye boğan tam bir Kadıköy adamı rolündeydi. Rolündeydi diyorum çünkü bir nevi rol yapıyorlardı. Asıl mesleklerine bakarsak Kaan'ın 6,45 yayınevi ortaklarından, Mete ise bar sahibi ve dj. Bazen şiir okuyolar, genelde başlarından geçen hikayeler çoğu zamansa uydurma hikayeler anlatıyorlardı.Dinleyiciye saygı onların kitabında yoktu. Kendi yarattıkları bir jargon vardı. "Kanca yapmak" , "Çok Yalnızım" , "Geçen Arkadaşlarla İçiyoruz" gibisinden her program en az 1 kere duyabileceğiniz kendine has cümleleri,deyişleri vardı. Dinleyiciyi bazen hiç sallamazlar bazense kafaya alırlardı. Erkekler arayınca genelde ters konuşurken bayanlarda konu yine malum mevzulara getirilirdi. Dinleyiciye "En son ne zaman seks yaptınız?" ya da "Hanımefendi sizinle yatmışmıydık?" (Filmde de kullanılmış bu cümle) gibi soruları rahatlıkla sorarlardı.Çoğu zaman aynı elemanlar,arkadaşları ararlardı,bizim bilemeyeceğimiz kendi aralarında geçen muhabbetleri döndürürlerdi. Özellikle bir "Erol Egemen" muhabbeti vardır ki hiç bitmez. Şu an netten eski birçok programın kaydını buldum ve arada açıp dinliyorum. Gayet eğlendiriyorlar.En süper anları da müzik çeşitliliği ile yaşıyorum Orhan Gencebay, Leonard Cohen, Beatles, Ian Brown, Bob Dylan, Zeki Müren, Bruce Sprinpsteen, Tanju Okan diye uzayıp giden benzersiz playlistleri vardı. Şu aralar bir sinema filmi projesi ile can beyazperdede can bulucak kahramanlarımız. İyi mi olacak kötü mü olacak şu an kestirmek zor. Bana sanki biraz büyüsü bozulcak o eski havası kalmayacak gibi geliyor .Underground bir oluşumun popülerleşmesi her zaman bir dejenerasyon yaratıyor çünkü.Özellikle Nejat İşler'i ne kadar oyunculuk anlamında başarılı bulsam da Kaan Çaydamlı ile bir türlü bağdaştıramıyorum.Yine de filmi merak ediyorum.Kaybedenler Kulübünün efsane kapanış konuşması ve parçası ile noktayı koyalım.

9 Mart 2011 Çarşamba

Såsom i en spegel

Ingmar Bergman'ın 61 tarihli siyah beyaz şaheseri tamamen varoloşculuk üzerinde ilerleyen bir film. Neredeyse günlük yaşama ait hiçbir iz barındırmayan ruhsal,içe kapanık ve izleyici ile arasına mesafe koyan bu Bergman filminde öyle bir görüntü yönetmenliği var ki insanın ağzını açık bırakıyor.Hikaye psikolojik tedavi gören genç bir kadın(Karin),onun kocası(Martin) ve erkek kardeşinin(Minus) yazar olan babalarının(David) adadaki evlerinde geçirdiği kısa sürede yaşadıklarından oluşuyor.Geçmişleri ile yüzleşmeleri,kadının bozulan psikolojisine ve değişik iç dünyasına ait detaylar filmi oluşturuyor.Filmin anlatım anlamında içine girmekte zorlansak bile ışık kullanımı,mekan kompozisyonları bizi ekrana bağlamakta yeterli oluyor.Teknik olarak oldukça cezbedici bir film yani.
Fimden notlar ve öne çıkanlar;
 
   *  Tanrı var mı yok mu? Bergman yine birçok filminde olduğu gibi bu sorunun peşinde film boyunca.Baba ve kadın karakterleri kullanarak farklı sorular soruyor,kafasındakileri iki farklı karakterle yansıtıyor bizlere belki de.

   *  Delirmek Tanrı'ya yaklaşmakla mı sonlanıyor? Ya da tam tersi Tanrı'ya yaklaşmanın sonu delirmek mi ? Filmde sorulan sorulardan biri de bu gibi geldi bana.

   *  David : "Gerçekler asla felakete yol açmaz."

   *  Minus : "Bütün insanlar kendi içlerinde tutsak mıdır?Sen kendi hayatında, ben kendiminkinde. Herkes kendi hücresinde."

   *  Karin'in odaya gitmesi ve orada yaşadığı tuhaf anlar,hissettikleri,gördüklerini anlatması, duyduğu sesleri geçek zannetmesi ama yönetmenin bunları bize asla göstermemesi filmi seyirci açısından zorlaştırırken tamamen diyaloglara odaklanmamızı sağlamış bir yandan da.

  *  Karin'in yaşadıklarına ve anlattıklarına açıkcası pek anlam veremedim. Belki de bir anlamı yoktu. Sadece deliliğe bir bakıştı.

  *  Oda mevzusu sanki Stalker'i anımsattı biraz bana. Bir de babanın yazar olması ve yazma yeteneğini yitirdiğini düşünmesi Stalker'deki yazarı getirdi aklıma.

  *  David : "İnsan kendi çevresine büyülü bir çember çizer ve kendi gizli oyunlarına uymayan her şeyi dışarıda bırakır.Yaşamın bu çemberi bozduğu her an oyunlar grileşir, küçülür ve gülünç bir hale gelir. O zaman insan hemen yeni bir çember çizer ve koruma alanı oluşturur." Filmde beni en etkileyen replik kesinlikle bu oldu.Müthiş..

   *   Sonuç olarak Bergman filmi "Tanrı sevgidir." mitiyle bağlamış. Bergman'ın kendine sorduğu sorularla bizi de düşünceye sevk etmeye çalışıyor.belki de böyle bir derdi yok bilemeyiz.Esasen sanatını icra etmiş ve gitmiş.Geride bıraktığı onlarca film izlenmeyi ve üstünde uzun uzun düşünülmeyi bekliyor..

Üçlemeyi oluşturan diğer iki filmi henüz izlemedim. Tamamlanınca ortaya ne çıkacak çok merak ediyorum.

7 Mart 2011 Pazartesi

Biutiful

Inarritu 2010 yılına kadar yaptığı 3 uzun metraj film ile günümüz sinemasının şimdiden saygıdeğer yönetmenlerinden biri oldu.2010 yılında ise bana göre kariyerinde hem bir zirve hem de bir dönüm noktası yaşadı Biutiful adlı bu şaheser ile.Bugüne kadar filmlerinde çalıştığı senarist Guillermo Arriaga ile yolunu bu film ile ayırıp,biraz da kendi geçmişinden izler taşıyan bir film yapmış.Ayrıca sadece senarist değişikliği değil kurguda da farklı bir yapı söz konusu bu filminde. Daha önceki 3 filmindeki "senaryoyu kes-karıştır-kurgula" metodunu bir kenara bırakmış yönetmen. Ve asıl sanatı adına en büyük yeniliği ise antikapitalist bir söylemi de hikayesine eklemesi ile yapmış bana göre.Bugüne kadar filmlerinde gördüğümüz o etkileyici dramatizm artık yalnız değil.Bu sefer karakter psikolojisi, kader,çaresizlik gibi alıştığımız temalarına bir de göçmenlik,iş güvenliği (güvensizliği) ,sadece para üzerine işleyen düzene eleştiri gibi sosyalist bakış açılarını da eklemiş.Bunu dünya sinemasında iyi yapan çok az yönetmen var.Inarritu'nun da bu yönetmenler arasına eklenmesi beni bir sinemasever olarak oldukça mutlu etti.Filmi izlerken büyük usta Ken Loach 'ın filmleri geldi aklıma.Onun sinemasına çok yakın ama aynı zamanda kendine özgü bir tarzı var Biutiful'un
Yazımın devamını sivrisinema'dan okuyabilirsiniz.